Mesnevi


’Eğer  ben o vakit ,senin iç

Alemindekilerden bir parça söyleseydim,

Ödün kopardı.korku seni helak ederdi.

Kedi önündeki fare gibi mahvolurdun!’’

         Hz.Mevlana





Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve sonsuz duyulan (estetik, güzel) heyecanlar neticesindedir.

Adem'in, bilinen zelleyi (zelle:peygamberlerin örnek olması için işledikleri küçük hatalar) -yani gayr-i iradi hatayı- işlemesi, onun Cennetten Dünya'ya gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin çoğalıp bir imtihana tabi tutularak, bir kısmının ancak hak kazanma neticesinde tekrar Cennete döndürülmesi, insanın ahsen-i takvim (en güzel şekildeki insan) şerefine nâiliyyeti(muradına erme) içindir. Ancak bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı "nefs" ile techiz (luzumlu şeyleri tamamlama,donatma)  etmişdir. "Nefs", ulaşılacak neticenin şeref ve değerini arttıran muazzam bir engeldir.

İnsanları, istihkak(hor ve hakir görme) ile kendi rızasına ve Cennete dönmenin cehdine (çalışma çabalama) me'mur eden Cenâb-ı Hakk, onların önüne koyduğu nefis engelini aşmanın imkân ve vasıtalarını da lütfetmiştir. Bunların başında, "peygamberler" gönderilmesi ve onların beşere (insani) hizmetini kıyamete kadar devam ettirecek "evliya" ve "ulema"(allah tarafından görevlendirilmiş Allah dostları) silsilesinin devamının sağlanması gelir.

Mevlânâ (k.s.), aşağıdaki hikâyesinde "nefsi"in varlık hikmetini temsili bir şekilde şöyle anlatır:

"Ata binmiş bir emir, ağaç altında uyurken ağzına kara bir yılan giren bir kişi gördü."

"Emir, uyuyan adamı feci ve hazin akıbetten kurtarmak için, bütün san'at ve maharetini kullanmağa başladı."

"Adama bir kaç kamçı vurdu. Adam dayak yediği emirden korku ve endişe içinde kaçmağa başladı."

"Emir, adamı bir elma ağacının altında yakaladı. Ağaçtan düşen çürümüş, kokuşmuş elmaları adamın boğazına sokarak ona zorla yedirmeye başladı. Bir taraftan:

"Ey dertli biçâre, hepsini yiyeceksin! Bu çileye katlanacaksın!" diyordu."

"Adamcağız, hayret ve şaşkınlık içinde emire hitaben:

"Ey emir! Ben sana ne yaptım ki?.. Bana kastın ve bu zulmün sebebi ne?"

"Eğer benim hayatımda senin asli bir düşmanlığın varsa, bir kılıç vur da kanımı dök!"

"Seni gördüğüm an, ne uğursuz bir zamanmış!.. Senin yüzünü görmeyenler ne bahtiyar insanlarmış!..

"Cinâyetsiz, günahsız bir insana, bu zulmü, en büyük zâlimler bile yapmaz.."

"Görüyorsun, bu sözleri söylerken bile ağzımdan kan fışkırıyor!.. Rabbim, bu zalimin cezasını sen ver!.." diyerek la'netler yağdırıyordu."

"Emir ise, "koş!" diye bir taraftan da onu kamçılıyordu."

"Adamcağızın midesi çürük elmalarla dolmuş, kamçılardan, yüzü gözü yara-bere içinde kalmıştı."

"Tâ ki, adamcağızın safrası kabardı. Kusmağa başladı."

"Yediği çürük elmalarla beraber, kara yılan da dışarı fırladı."

"Adamcağız, midesinden çıkan yılanın korkunçluğunu görünce, dehşete kapıldı. O salih emirin önünde yerlere kapandı. Dedi ki:

"Hakikaten sen, Cebrail'in (a.s.) rahmeti gibi gelmişsin! Meğer benim velinimetim imişsin!"

"Seni gördüğüm saat, ne mübarek zamanmış! Eğer sen olmâsâydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim. Sen bana hayat bahşettin."

"Senin yüzünü görene, yahud ansızın senin mahallene gelene ne mutlu!"

"Ey övülmeğe lâyık temiz ruh! Cehaletim ve gafletim, sana ne kadar saçma-sapan sözler söyletti. Onlardan dolayı beni afvet!"

"Emir dedi ki:

"Eğer ben o vakit, senin iç âlemindekilerden bir parça söyleseydim, ödün kopardı. Korku, seni helâk ederdi."

"Kedi önündeki fare gibi mahvolur, kurda karşı kuzu gibi fani olurdun..."

Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki:

"İçinizdeki düşmanı açıklayacak olsam, cesurların ödü patlar; ne bir yolda gidebilir, ne de bir iş becerebilirdi; çaresizlik içinde kıvranırdı. Ne vücutta ibâdete kuvvet, ne kalbde takât, ne de seyr-i süluka mecal kalırdı. O halde ben sizi, sükutla, içinizdekini dışınıza vurmadan terbiye ederim."

Peygamber Efendimiz (s.a.) böyle olduğu gibi, O'nun (s.a.) varisleri bulunan evliyaullah da (Allah dostları) böyledir. Onlar da bildikleri her doğruyu muhatabın menfaati (dervişinin iyiliği) icabı söylemez ve susarlar. Ayrıca muhataplarının kalplerindekini açığa vurmaz, ayıpları setredeler(gizlerler). Sözden ziyade fiil ve hareketleri ile terbiye ederler.

Ehlullah hazeratı (Allah tarafından görevli olanlar), demir gibi sertleşmiş ve taşlaşmış kalplere de -maneviyata isti'dadı varsa(içlerinde küçücük bir merhamet kırıntısı ve sevgi olanları)- Davut'un (a.s.) demiri yumuşattığı gibi tesir ederler.

MESNEVİ:

Hikâyede zikri geçen uyuyan insan, insan-ı gâfildir (kendinden habersiz insan). Ağzına giren kara yılan, nefs-i emmaredir(insanın hiçbir olgunluğa getirmediği ,kısıtlama koymadığı kendisinin hükmettiği değil ona hükmeden nefis). Emir ise, mürşid-i kâmildir(Allah tarafından size görevli dost). Onu uykuda iken kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda koşturması, riyazat ve mücahededir(kişinin ona teslim olması ve onu hertürlü acı ve kederlerle eğitmesidir). Yılanın çıkışı da, nefs-i emmareden kurtuluştur.

Mukaddes Tuva vadisinde Allah Teâlâ, Mûsa (a.s.) ile konuşurken ona, sağ elinde bulunan şeyin ne olduğunu sordu. O da:

"O benim âsâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır." (Taha, 18) şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Allah (c.c.):

"Yere at onu, ey Mûsa!" buyurdu. (Taha,19)

Müfessirler(Kur’an-ı Kerim-i tefsir eden tefsirciler),. Mûsa'ya (a.s.) âsâsının yere atılması ile ilgili âyetin işari(işari açıklama;Tefsircinin akli ilimlere dayanarak değil Allahın ona gösterdiği uyku uyanık hallerde açıkladığı tefsirlerdir veya uykuda Allahın onlara gösterdiği tefisirlerdir tasavvufi tefsir de denilir) açıklamasında Hz. Mûsa (a.s.)'nın iç dünyasına aid bir irşad (onu geliştirme) sadedinde olduğunu beyan etmişlerdir.

Mûsa (a.s.), izafetleri (fâni alâkaları (ihtirasları) zikredince, Allah (c.c.), bunların atılmasını emretti. Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan olarak temessül etti (karşısında canlandı). Mûsa (a.s.)'ya nefsin hakikati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Ona denildi ki:

"Ey Mûsa, işte bu yılan, Allah'dan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu vasıf şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan kaçar."

Diğer bir işârî mânâda "âsânı at!" diye emrolunması;

Artık sen tevhid (Allah bir) sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir âsâya dayanman (Allahtan başka bir şeye dayanman), senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifade edeceğin bir şey olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir (Allah sana vekilken .yeterken)?.. Nasıl olur da sen, o âsâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhid yolunda ilk adım, sebepleri terkdir. Her türlü talep ve istekten vazgeç şeklinde izah edilir.(Allah’a teslim olmak gerekir zira ona teslim olup başka sebeblerden vazgeçmedikçe ona inanmış ve güvenmiş olmayız,, böylece onu kabulde etmiş olmayız ,imanın ilk noktasını atlamış oluruz ne kadar ibadet yapsakda fayda vermez)

Nitekim Te'vilat-ıNecmiyyede denilmiştir ki:

"Hakk'ın nidasını (sesini) işiten ve O'nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah'dan (c.c.) başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah'ın fazl ve kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularundan sıyrılır."

Yusuf (a.s.), Züleyha'nın desiselerine (hile,oyun) uğrayınca, kendisinde gayr-ı ilahi (Allah dışı,züleyhaya arzu) bir meyil başladı. O anda Allah (c.c.), Yusuf'a (a.s.) bürhanını (delil,ispat) gösterdi. Odanın tavanı yarıldı. Ve Hz. Ya'kub'u gördü ki, parmağını ısırıyordu. Bir de yanında bir şahıs peyda oldu. O şahıs:

"Ey Yusuf, sağa bak!" dedi.  

"Yusuf (a.s.), sağına bakınca kocaman bir yılan gördü.

Yusuf'a (a.s.), eşyanın hakikati (yaşadığı olayın boyutları), nefsani fiilerin hakiki suretleri gösteriliyordu. Nefsin fiileri, en çirkin şekilde müşahhas bir hale getiriliyordu. İğreti suretler kaldırılıyor, hakiki vecheler(gerçekler) görünüyordu. Aradan perdeler kalkmış, Rabbin ilâhi tecellilerinin ve eşyanın esrarı ayan olmuştu.

Rabbin bürhanı, yani imda-ı ilâhi yetişince, Yusuf (a.s.), nefs ve kadın şerrinden halâs oldu.

Hz. Peygamber (s.a.) buyurur:

"Cennet, nefsin sevmediği şeylerle , cehennem ise, şehvetlerle çevrilmiştir."

Nefs engelini aşabilmek, Peygamberlerin ve inkıtasız (kesintisiz) gelen ve varisleri olan evliyaullah'ın elinden tutmak, onlara bey'at etmek ve onların terbiyelerine teslim olmakla mümkün olur. Nitekim Kur'ân'ı Kerîm'de:

"Allah'ın eli, onların eli üstündedir." âyetindeki "onların eli"nden maksad, Allah'a (c.c.) bey'at eden Hz. Peygamber ( s.a.) ile ashabının elleridir. Aynı şekilde ehlullahda, hatta aciz bir dervişde bile, elden ele Rasûlullah'a (s.a.) ve o vasıta ile Allah'a (c.c.) yed-i kudretine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yed-i bey'atine vasıl olan kâmiller de fevkalade işler görülebilir. Fail-i Mutlak, Cenâb-ı Hak'dır. Evliyaullah'da bu tasarrufa mezun ve selahiyeti olanlardır.

Aşkın hakikisi ve mecâzisi vardır;

Hakikisi, Allah (c.c.) sevgisinden ibarettir. Mecâzisi ise, mahlukattan (yaratılmışlardan) birine bağlılıktır. Aşık, tek bir varlığa bağlandığı için, diğer bağlantılardan kurtulmuştur. "Çünkü, sevgiden başka bir şey düşünmez ve görmez. Mecnun, son zamanlarda öyle bir hâle geldi ki, dostu-düşmanı, kendisini, hatta Leylâ'yı bile tanıyamaz oldu. Kendini Leylâ farzetmeğe başladı. Mevlâna (k.s.), bu hususta buyurur:

"Allah, Bir ten aşkından (yani, Leylâ yüzüden) Mecnun'u dost ve düşmanı fark etmeyecek bir hale getirmiştir.

Peygamber aşığı Fuzuli ise, meşhur Su Kasidesi'nde Rasulullah'ı hiçbir gül ile kıyaslayamaz hale gelmiştir:

"Sûya virsün bağban gülzarı rahmet çakmesün, Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzare su"

(Bahçıvan gül bahçesini sulamak için zahmet çekmesin! Zira, bin tane gül bahçesi sulasa, senin yüzün gibi bir gül açılmaz!..)

Mevlânâ (k.s.), bu muhabbeti şöyle dile getirmektedir:

"Cenâb-ı Hakk, bir yudumcuk ilâhi muhabbete öyle bir hassa vermiştir ki, ondan nasip alan, iki âlemin endişesinden (nefsinin endişesinden) kurtuluşa erer." Yani, ilâhi muhabbet ile mest olan kimse, âleme haset etmekten, halkın ayıp ve kusurunu görmekten âzâd olur. Böylece kâmilleşir. Ve menzil-i maksuduna (ulaşılması yegane olan yer,ulvi makam) erer. İşte bu da, aşk-ı safi(temiz katıksız,samimi aşk,Allah aşkı), hubb-i ilâhidir(Allah sevgisi).

Bir mürşid-i kâmil, ilâhi tasarrufla(eğitimleriyle) müridlerini kendine bağlar, onları süfli (gereksiz) alakalarından kurtarıp ulvi bağlantılarda derinleştirir. Böylece kendisi, ilâhi aşkın basamağı olur.

Şeyh Sadi Gülistan'ında mürşid-i kâmilin bu tâsârrufunu şu hikâye ile anlatır:

"Birgün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parçası verdi. Kile sordum:

"- A mübarek, sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum."dedim. Kil bana şöyle cevap verdi:

"- Ben bir gülün toprağıydım. O gülün yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı. Ben yaşlarla hamur gibi yoğruldum. Ben aslında alelâde bir kilim... Bu koku onundur.

Cenâb-ı Hakk, kâinâtı insan için yarattı. Karada, denizde ve havada bütün eşyayı, insanın emrine amade kıldı. Buna mukabil, dağların ve göklerin taşıyamayacağı ilâhi emaneti, insan yüklendi.

İnsan, kendisine ve kâinât manzumesine ibret nazarı ile baktığı zaman, dünya hayatını nasıl yaşayacağını düşünmeğe mecburdur.^^ Ciddi yaşaması icâb eden her insanı, hayatta en çok alâkadar eden gerçek, "Ölüm" hadisesidir. O muhteşem veda, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. "Ölüm", dünya hayatında sadece et ve kemikten meydana gelen toprak yapısını, yani nefsaniliğini geliştirip ruhani yapısını cılızlaştıranlar için, ne hazin bir sondur!

Allah Rasûlü (s.a.) dünya hayatını tarif eden bir hadis-i şerifinde:

"Dünya benim neme gerek?.. Benim halim dünyada bir ağaç altında oturup gölgelenen, sonra da yerini bırakıp giden binitli bir yolcuya benzemektedir," buyururlar.

Ya Rabbi, muhabbetin ve rızan, saadet cennetlerimiz olsun! Amin...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tezhip

Tezhip dersleri 2-3.

Kroyçer Sonat Hayatın ve Ahlâkın Terennüm Edilemeyen Senfonisi